Bu sıralar hayatımda ufak bir rahatsızlık atlatıyorum… Hani Allah dert verecekse böyle çözümü olan bir şey versin denen cinsten. Ama yine de sağlık işte, insanı hafiften sarsıyor istemesen de, hayatını engelliyor izin vermesen de…
Hayatında beklenmedik ufak bir pürüzle yüz yüze geldiğinde, insanlık hali sanırım, elinde olanları tekrar gözden geçirmeye başlıyorsun. Bu dönem benim için hayatımda olan sevgiyi hissetme dönemi oldu. Sevgiyi ve sevildiğimi hissetim bu zaman zarfında; ne kadar çok insanın gerçekten beni gördüğünü ve gördüğü şeyi bir şekilde algıladığını fark ettim….
Yaşamıma bakıyorum da, hani “bana bugün bir şey olsa gözüm arkada kalmaz” derler ya, tam o kıvamdayım. Kendi bedenimde, kendimle barışmış ve mutluyum… Öğrenmek üzere geldiklerimi kavramaya başladığımı, vermek üzere geldiğim şeyleri vermekte olduğumu, veremediğimde bile hissettirdiğimi biliyorum. Tek burukluk kızımla yaşanacaklar, onun hayatına tanık olamamak olurdu ki… sanırım hiçbir ebeveyn bu olguyla barışamıyor… bu sebeple en güzel atasözlerimizden birinin ardına saklanıyoruz; Allah sıralı versin her şeyi.
İşte, belki de bu sebeple yıllardır ona yazmakta olduğum bir defter tutuyorum. Hayat bu ya, bir gün yanında olamazsam diye ona olan tavsiyelerimi bir tarafa not düşüyorum. Bugün anlamasa bile, belki ihtiyacı olduğu o gün hala ve daima yanında olduğumu hisseder diye… Her şeyden önce onu ne çok sevdiğimi bilsin, asla yalnız olmadığını bilsin diye. Ama bu başka bir blog’un konusu, bitince sizlerle onu da paylaşmak çok isterim.
Sonuç itibari ile bu hastalık bana ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha hatırlattı ve bu sebeple hastalığıma bile saygı duyuyorum. Bana bir şemamı gösterdiği için, içimde biriktirdiğim ve dile getiremediğim hislerim ve hayal kırıklıklarımdan beni koruduğu için, belki de çok daha büyük bir hastalıktan beni kurtarmak üzere kendini feda ettiği için.
Tam bitti ve geride bıraktık derken, bir ameliyat daha olmam gerektiği iletildi. Ben kendimce kumar oynamıştım. Tamamı alınması olası olan bir organımın yarısını aldırmış ve böylece bir ümit yıllar itibari ile alacağım ilacın düzeyini kontrol altında tutmuştum. Nedense vücudun bir işlevinin tamamen bir ilaca, bir dış etkene dayalı işleyecek olması fikri beni çok iyi hissettirmiyordu. Hani dedim “belki” ama olmadı işte, kısmet değilmiş. Şimdi tamamı alınacak ki inanın bana çok da önemli değil, öyle zor bir ameliyat süreci değil, bir hafta içinde iyileşme dönemin başlıyor ve aktif olarak hayatına geri dönüyorsun.
Bu hastalığa bile bana yaşattığı farkındalık için minnet duyabiliyorum ya, bundan güzel ne olabilir ki.
Ve… Ben kendi küçük dünyamda bunlarla uğraşırken, haftaya ve ameliyatıma enerji ve hayat dolu, umut dolu başlamak üzere hafta sonumu aileme ve yogaya adamak konusunda tüm programlarımı yapmışken, dün sabah erken saatlerde teyzemden gelen telefon bana bir kez daha şu sözü hatırlattı; “hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”
Ve böylece biz dedemizin vefat haberi ile başladık hafta sonumuza. Sabah uyanmış, anneanneme “Günaydın” diyip el sallamış, gitmiş yatağına tekrar uzanmış ve sessizce bizlere veda edip gitmişti… Acı, üzüntü, özlem… Tüm bu duyguları adım adım yaşarken, içimde yine de bir huzur vardı… Yatağında yatmış götürülmeyi beklerken etrafı sevdikleri ile ailesi ile doluydu, gözyaşları içinde onu öpe koklaya yolcu ederken, huzur içinde özlemini çektiği annesine, gençliğine, özüne kavuştuğu gerçeği beni ele geçirtmişti. Garip bir sakinlik var içimde… Öylesine sevildi ki, öylesine zengindi ki… bu ayrılık gibi gelmiyor nedense.
İşte o anda, hastalık haberimle beraber hissettiğim şeyin ne kadar gerçek olduğunu fark ettim bir kez daha… İş, para, imkânlar… Bunların hepsi bir araç aslında. Her ne kadar zaman zaman egomuza yenik düşüp unutsak da, tüm bunlar sevdiklerimizle, keyifle, huzur içinde, sevgi dolu bir yaşam yaşayabilmemiz için birer araç aslında. Sonuçta giderken bunların hiçbirini yanımızda götüremiyoruz. Sadece yüreğimizde biriktirdiğimiz sevgilerin eşliğinde gidiyoruz. Bu hayata attığımız asıl imza ise ne kadar para kazandığımız ya da ne kadar ünlü olduğumuz değil… ne kadar çok yürek keşfettiğimiz, ne çok insana dokunduğumuz, ne kadar gerçek anlamda sevgi tattığımız. İşte bunun için insan olarak geldik hayata ve bu oyunu oynuyoruz bir şekilde. Çünkü “sevgi” bu hikâyenin sonunu bilmene rağmen, hikâyeyi tüm varlığınla, içtenlikle, heyecanla yaşıyor olmanın tek sebebi… Bunu ne kadar çabuk hatırlarsan bu hayatı öylesine güzel, hak ettiği kalitede geçirebilirsin.
Yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgide yaşıyoruz, bu çizgide ne yaşayacağımız o kadar elimizde olmasa da yaşanacakları nasıl yaşayacağımız bizim elimizde. İsmine “yaşam” denilen o çizginin kalitesini ne kadar arttırırsak o kadar geliş amacımıza hizmet etmiş oluyoruz kanımca. Yaşam güç ile yumuşaklığı bir arada yaşama sanatını öğretmeye çalışıyor bizlere aslında. Hayatta olaylara karşı fiziksel ve ruhsal gücümüzü korurken içimizde katılaşmadan hayatı yumuşak ve sevgi ile algılayabilir ve yaşayabilirsek, o kadar uzatabiliriz yaşamımızı.
Yaşadığımız, uyanık olduğumuz, fark ettiğimiz anıların toplamı yaşamın uzunluğunu belirliyor aslında… İşte bu sebeple şimdi derin bir nefes çekin içinize, gözlerinizi kapatın ve hayatı içinizde hissedin… Şimdi bu hissi içinize hapsedin ve sevdiklerinize sarılın, yaşayın! Dokunun, sevin, ilham verin! En azından, benim geri kalan hayatımda yapmak istediğim sadece bu!
Oscar Wilde’ın bir lafı var; “To live is the rarest thing in the world, most people just exist.” (Gerçekten yaşayabilmek çok nadir görülebilen bir meziyettir, çoğu insan sadece “var”lardır bu hayatta.)
Aç gözlerini, çık dışarı ve yaşa, hayat çok kısa!
Güle güle dedem… Yolun açık olsun… Seni çok seviyorum!