Bazen sadece kendini dinlememek, sadece gözlemlemek için yazarsın. Bırakırsın aksın zihnindekiler. Aksın ki onun altında, daha içlerde, daha derinlerde olanı gözlemlemeye de alan açılsın. Üstte dalgalanan ve senin bakış açını buğulaştıran düşüncelere dokunmayı ve incelemeyi bırakasın.
Maymun zihni dediğimiz ve düşüncelerin akışının hızında daldan dala atlayan, gelen düşünceye tutunup ona derinlemesine dalarken bir diğer gelen düşünceye atlayan bir zihin halindeyiz genelde. Halbuki keşke bir de o dalı tutmasak, gelen o yeni düşünceye atlamasak. Bıraksak düşünce düşse yere, kendi kendine eriyip yok olsa. Ta ki bir sonraki gelene kadar. İnan bana, eninde sonunda bir sonraki düşünce gelecek… biz bir insanız. Yaradılışımız zihnimizin ve ruhumuzun uyumunu sağlamak üzere kurgulanmış.
Belki de yaşam dediğimiz bu yolculuğun ana amacı düşünceler ve içsel sessizlik arasındaki dengeyi arayışımız.
İşte bu zihnin oyununu ve belki de var oluş sebebini idrak ettiğimizde, elimizden geldiğince, düşüncelere tutunmayı bırakıp, o içinden geçmekte olduğumuz panik, endişe ve kurgudan çıkmaya niyet edebiliriz… işte o zaman tekrar dingin bir nefes alma, düşüncelerin akışından bir es alma farkındalığına gelebiliriz. Niyetimiz, iki düşünce arasındaki zamanı esnetmeye başlamak. Zamanın yavaşladığı o esnada da mümkünse gözlemci konumunda kendimizi izlemeye alan açmak.
Zihnimizdeki düşünceler arasındaki zamanın esnemesi gerçek manada ne zaman oluyor biliyor musunuz? Şimdi! Anda anında! Ancak ana geldiğimizde zihnimizdeki düşüncelerin sesi kısılmaya başlıyor. Bedenimiz, zihnimiz ve ruhumuz ahenk içinde oluyor. Tüm varlığımız, dikkatimiz ve niyetimiz anda var olmaya ve yaptığımız her ne ise ona odaklanmaya başlıyor. Nefesimiz dengeleniyor.
Ben bu hissi kendi naçizane yaşamımda ne zaman hissettiğimi düşündüğümde aklıma şu tecrübeler geliyor;
Yoga yaparken veya fiziksel bir zorluğun içinden geçerken; bedenimin sınırlarını esnetirken zihnimin ve bedenimin anda olduğu zamanlarda. Meditasyon ve / veya nefes esnasında. Küçük bir çocukla ya da bebekle vakit geçirirken. Ve kimi zamanda yemek yaparken.
Bir başka anda kaldığımı gözlemlediğim anlar ise değer katmak üzere aldığım sorumluluklar esnasında yaşama geçiyor. Mesela Oy ve Ötesi’nde gönüllü olduğumda herseyini hakkaniyetli bir şekilde ilerlemesine gösterdiğim özen esnasında yüzde yüzümle andaydım. Art of Living Ashram’ında seva (hizmet) yaparken ya da sessizlik esnasında simültane tercümanlık yaparken tamamen bir kanaldım. Veya bir kuruma / topluluğa değer katmak üzere sahne aldığımda bütüne değer katması ümidimle içimden sözlenleri aktarmaya özen gösterirken şimdi buradayım.
Ana geri gelmek ve gözlemciyi uyandırmak için kullandığım ana aracım ise yazı yazmak. Panik atak geçirdiğim dönemlerde en aktif kullandığım aracımdı yazı yazmak. Hissin içinde kaybolmaya başladığım, benden öte düşüncelerin içine düşmeye başladığım anda bilgisayarı / kalemi ve kağıdı alıp yazmaya başlıyordum. İçimden geçenleri, zihnimde uyananları yazmaya başladığım anda bir süre sonra kendimi düşünceden düşünceye atlamayı bırakmış kendimi izlerken buluyordum. Gözlem esnasında fark ettim ki; bir panik atağı bedeninde yaşayan vardı, bir bunu yazmaya niyet etmiş bir bilinç vardı ve bir de bu ikisinden de öte yazanı ve yaşayanı izleyen bir ben vardı. Ve bir zaman sonra yazan da gözleyeni sözlendirmeye başladı. Gözlemci konumundan yaşadıklarına anlam veren tarafım kalemi aldı da diyebiliriz belki de. Böylece düşüncelerin arasında kaybolup, bedenimde endişeyi hissetmektense zihnimi ana yazarak getirebileceğimi keşfettim.
Aslında, bloguma başlama dönemim de işte tam bu zamanlara denk gelir. Seslendirme ihtiyacımı kaleme dökmeye başladığım zamanlar. İçimde sözlenenleri aktarma ihtiyacı duymaya başladığım zamanlar. Yazı benim ilacım oldu. Kendime kavuşma yolculuğumda, yaşam amacım olan ifade ihtiyacımı gidermeme şifa oldu. Kelimeler nedense hep daha keyifte aktı yazarken, kendimi kendime daha net ifade ederken buldum. Ve akabinde de duyulmaya başladım sanırım. İşte buna minnettarım.
Hepimiz gibi benimde duyulmaya, görülmeye ve sevilmeye ihtiyacım vardı. Ve bunlar kanımca, insan hikayemizin en temel ihtiyaçları.
Kendimizi gözlemleyelim ki bu bedene üflenmiş bu ruhun bu kutsal yaşamda, bu cennet dünyada ne değer katmaya gelmiş onu da hissetmeye ve icra etmeye başlayabilelim. Kısacık bir yaşam var önümüzde ve bidiğimiz bir şey var ki, hepimiz bir gün bu boyuttaki yaşama veda edeceğiz. İşte bence, doğum ile ölüm arasında aldığımız nefeslerin kıymetinin farkında, hakkını vererek yaşamak en ulvi görevimiz. Yaşamı tecrübe eden bu bedenin, bu hikayenin içine düşmüş ruhun gözlemci konumuna çıkabilmek. Yaşamı ve kendimizi gözlemleyerek, öğretilenlerin, zihnimizin ötesinde kendimizle irtibata geçebilmek.
Ha baktık susturamıyoruz mu o sesleri? Zihnimizden geçen düşünceleri, endişeleri bırakalım bulutlar gibi aksın gitsinler. İzleyelim onları. “Bugün böyle” diyebilelim. “Bugün yorgunum ve zihnimin kargaşasısının tam ortasındayım.” Ve buna da peki. Bu da güzel. Kendime ve yaşama dair görmem gereken ne varsa görmeye, kabul etmeye, sevmeye ve dönüştürmeye hazırım. Nefesimde kalarak, kalemime kağıdıma sarılarak kendimi izlemeye alan açabilirim.
Ve yarın… işte yarın, yepyeni bir gün. Yepyeni bir frekans. Yepyeni bir ben. Sadece bugün, şimdi burada, anda anında bu böyle… içinde olduğum ruh halimi bir sonraki ana çekip çekmemek bana kalmış. Yarının bugünden farklı yepyeni bir gün deneyimi olması sadece benim bakış açıma bağlı…
Sadece bugün böyle. Tutunma, bırak. Bugünle beraber akıp gitsin an’a ait edişelerin, korkuların, içsel çelişkin.